15 Ekim 2007 Pazartesi

Göçertilen Hikayeler

Editörlerden...

Puslu havaların meraklısı değiliz lakin yağmursuz günler bizi puslu havaları arar hale getirdi, hani belki sonrasında yağmur gelir diye… Yağmur geldi gelmesine de pusun kalkacağı yok gibi... 

Gün geçtikçe, bu kentte, bu memlekette yaşıyor olmanın bedeli tarifsiz bir ağrı olarak çöküp duruyor midemize. Artık, hava durumu haberlerine konu olmaya başlayan ‘barajlarda doluluk oranı’nı, takiben ‘vicdanlarda ve akıllarda doluluk oranı’nın da ekranlarda yer almasına ehemmiyetle gerek var. Kolay değil, haberlerin altına, üstüne, içine düşen her trajedi, toplumsal hafızamızın karnını yarıp durmakla kalmıyor, olası kardeşlik hayallerimizi de ağır yaralıyor.

Horkheimer’in “Akıl Tutulması” adlı kitabı uzun bir alıntı  olacaktır, gerek yok, ama başlığı vaziyete rehber niteliğinde. Üzerinde yaşadığımız coğrafyaya sanki çok lazımmış gibi yine  ‘kırmızı’ renk hâkim oldu. Malum, akıl tutulunca, sesi gür çıkan durumdan vazife çıkarıyor, elde fırça, savurup duruyor tuvale. Bize de her zamanki gibi nur topu gibi travmalar hâsıl oluyor. Kan kırmızısı örtü, diğer başka meselelerin de üstünü örtüyor. Halbuki örtüyü kaldırsak sızıntının kaynağını bulacağız ve açacağız bu acılı coğrafyanın tuvalindeki rengi. Ama olmuyor, olamıyor…

Genç yaşında, gazete sayfalarında buz gibi donan yüzler, sadece bugünümüzü değil geleceğimizi de kanatıyor. Örtünün altından çıkan mühim hadiselerden biri de ‘zorunlu göç’. Hani son yirmi yılda, kentlerde sorulan gelen “Nereden çıktı bu insanlar?” sualinin cevabıdır, adresidir, bu iki kelime. Eğer bu sualle yetinmeyip de, “bu insanların neden ve nasıl çıkıp geldikleri” ve “yeni diyarlarda hallerinin nice olduğu” sorusunu sorarsanız da, sorduğunuza bin pişman oluyorsunuz. Coğrafyanın bir ucundan diğer ucuna kurulan ‘zorunlu rota’, tuvalin en koyu renklerinden; şimdiden not düşelim.

BEDDUA ÇAĞI

Hani klişedendir ama bir o kadar da kuvvetli kelamdır, her dünyevî yakarışın başında gelir: “Başımı sokacak bir yuvam olsun yeter!”diye… Aynı zamanda en ‘afili’ beddualardandır: “Evin başına yıkılsın!” Dua olmakla da kalmaz, birçok anayasa, sözleşme, beyanname, vs. tarafından da korunma altına alınan mühim bir insan hakkıdır, ‘barınma hakkı.’ Lakin bu yeni zamanlar, iyi niyet dualarından çok, beddua zamanları. Sadece Türkiye’de de değil, tüm dünyada ‘kentsel dönüşüm’, ‘güvenlik’, ‘yenileme’, vs. adları altında, insanların evleri başına ‘yıkılıyor.’ Sanki olası İstanbul depremine hazırlık antrenmanları yapılıyor. En başat insan hakkı olan (kuvvetle olması gereken) ‘barınma hakkı’, zamanın ve vicdanın testinden muhtemelen ikmale kalacak gerekçelerle ihlal ediliyor. Ve damlarıyla beraber, anılarını yitiren insanların hikâyelerinden malul ‘makûs talihimiz’ tarihimize sıfat oluyor.

Aslında ne acıdır, ‘tarihini yitirmiş’ insanların coğrafyasında, başını sokacak bir dam gibi derdi olmayan insanlar olarak yaşamak. Hangi hikâyelerden sağlama yapacağız kendi hikâyelerimize. Hangi damlardan yükselen seslere kulak kabartacağız. Komşumuz damsız yatarken, hangi kuş tüyü yastıklarda, hangi hülyalı rüyaları göreceğiz. Ez cümle, iyice birbirine benzeyen hikâyelerimizle baş başa kalacağız en sonunda ve daha önceden yitirdiklerimize yenilerini de ekleyip, siyah-beyaz özlem kuleleri dikeceğiz tek tip hayatlarımızın orta yerine.

ALTERNATİF BİR HARİTA

Zorla Yerinden Edilme üzerine Danışma Kurulu’nun (AGFE) Birleşmiş Milletler-Habitat için hazırladığı rapordan ‘evrensel’ notlar düşersek, gezegenin atmosferindeki puslu havaya dair de fikir sahibi olalım. “Son üç yıldır, zengin veya yoksul 60 ülkede sürdürülen uygulamalar neticesinde, 2000 ile 2020 yılları arasında 38 ile 70 milyon arasında insanın zorla yerinden edileceği tahmin ediliyor. Bu da, ulusal anayasalar ve uluslararası sözleşmelerde belirtilen asgarî insanî standartların ihlal edilmesiyle olacak”.

Velhasıl, kentler iyiden iyiye gemi azıya almış kapitalist şımarıklığın, iyi bir laboratuvarı olup çıkıyor. İnsanın nasıl başına damı geçirilir, anasından emdiği süt burnundan getirilir, hatıralarından, mekânlarından arındırılır seyreyleyip duruyoruz. Alem buysa kralın kim olduğu belli, biz de ‘lordlar kamarası’nı İstanbul’un belli mekânları üzerinden izleyelim istedik. Barselona’dan Anna Sala, İstanbul dergisinden Ulus Atayurt ve Fırat Genç’in moderatörlüğünde hazırlanan İstanbulmap, kentteki dönüşüm sürecini ve bu sürecin müdahillerini gözlemlemeye çalıştı. “Gerisini nasıl getirebiliriz” şevkiyle nihayete eren çalışmayı, yine haritadan bir kelamla selamlayalım: “Yine mevsimler geçecek, yine yapraklar düşecek ve siz dönüşümü damarlarınızda hissedeceksiniz.”

Başınızdaki ‘dam’ın ve aklınızın daim olması dileğiyle…

İstanbul Dergisi

15 Temmuz 2007 Pazar

15 Nisan 2007 Pazar

Güvende(mi)yiz!

Editörlerden...

Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter,
ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR-METENGA

Yukarda yazılan cümlelerin çevirisi şöyleymiş: “Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden hiç çıkmamanızı size kesinlikle bildiririz. Sizi uyarırız!” Mektubu gönderen tarikatın adı Ubor Metenga’dır. Oğuz Atay'ın “Korkuyu Beklerken” adlı uzun hikâyesinde kahramanın aldığı mektupta bu satırlar yazar. Doğu dilleri üzerine uzman olan eski bir arkadaşına çözdürdüğü mektupta yazanları okuduktan sonra evine kapanır ve evi bir daha terk etmez. Hem de arada piyangodan para çıkmasına rağmen yapmaz bunu. Hikâyenin sonunda yandaki inşaat çukurundan dolayı evinin çatladığını fark eder. Aldığı mektubun İngilizce’sini yazıp, kim bilir kime göndermeye karar verir.

Bu sıralar hepimiz ya Ubor Metenga tarikatının bir üyesi, ya ondan mektup almış biri gibi, ya da her iki karaktere de bürünerek yaşıyoruz. Güvenliğin, toplumsal ayrışma, kentsel haritadaki dönüşüm, sosyal adaletsizlik, devlete güvensizlik, ulusötesi sermayeleşme gibi çok katmanlı bileşenlerin sonucunda şehrimizin en önemli gündem maddelerinden birini teşkil ettiği ahir zamanlarda, 'nedenlerle sonuçları' karıştırmadan derinlemesine ‘şehrin gözetimi’ meselesine eğilme gereği duyduk. Bunu yaparken de bir ‘sektörel analiz’ yapma mantığından uzak durduk. Mektubumuz, ‘Uborca’ değil, Türkçe. Mektuba karşı nasıl bir tavır takınacağız ise size kalmış. Norgunk!

Tüm dergi sürecinde ele aldığımız dosya konusunun vahameti hepimizi yeterince gerdi. Hatta Ali Demirel’in sloganlaştırdığı “Evlerinizi terk edin!” lafını sıklıkla içimizden tekrarladık. İstihza bir yana, bu şehir gerçekten evimiz ya da onun bir köşesiyse eğer, evdeki sorunları aşmanın yolunun birilerini suçlu olarak yaftalamaktansa ciddi bir ‘aile planlaması' yapmaktan geçtiğini unutmamak lazım. Yoksa aile içi şiddet kaçınılmaz gibi gözüküyor. Erguvan mevsiminde, tefekkürün vakti geldi.

Ez cümle; duvarların, jiletli-dikenli tellerin, kameraların, resmi-özel üniformaların, arama noktalarının çevrelediği ‘korku coğrafyası’nda, ne zaman mağdur ne zaman suçlu olacağımızı bilmeden yaşıyoruz. İnsanoğlu, eliyle ve zihniyle yarattığı bacalı-bacasız ‘korkuluk’lardan hem gezegene hem de kendine kara bir gelecek kusup duruyor. Baştan aşağı korunalım derken, baştan aşağı paranoya-nefret-yabancılaşma ve egoizm üretip duruyoruz.

Bu sayıda ‘özel’ bir teşekkür pek bir elzem: TESEV’den arkadaşımız Volkan Aytar’a güvenlik dosyasını hazırlarken bizden esirgemediği rehberlik ve zihin açıcılık için kendisine ziyadesiyle minnettarız.

HRANT’SIZ ÜLKE, YARALI ÜLKE

Hrant Dink’siz geçirdiğimiz aylar çoğaldıkça, İstanbul’daki ‘öksüzlük’ halleri de iyiden iyiye can sıkıyor. Cenazesinde de parçası olduğumuz binlerce ‘vicdan’, onca sarsıntıdan, onca felaketten ve onca yıldan sonra komşusunu-dostunu-kardeşini nasıl layıkıyla ‘bu toprakların en dibine’ uğurlar, onu gösterdi... Bu şehir, bu ülke ve biz çok değerli bir kardeşimizi kaybettik; onun gidişiyle birlikte, belki daha da fazla ‘korktuk’, ‘ürktük’, ‘yıldık’, ‘küstük’. Üstüne  bir de Malatya’dan gelen vahşet haberi eklendiğinde görüldü ki tüm melanete, rezalete ve karanlığa ‘inat’ İstanbul’da, Türkiye’de dimdik durmak gerekiyor ki, daha çok su damlası rahat rahat bulabilsin ‘çatlakları’nı…

Biz de bu sayımızda, Hrant’ı, dostlarımızın, komşularımızın anılarında, sokaklarında, koridorlarında ve sofralarında anıyoruz; bu vesileyle Özel Getronagan Ermeni Lisesi’ne gidiyoruz, Murat Belge ile birlikte “Sofranız Şen Olsun” adlı enfes anı-yemek kitabının yazarı Takuhi Tovmasyan’ın Yedikule’sine ve hanesine konuk oluyoruz. Ne de iyi yapıyoruz! Her İstanbulluya da komşularını, komşuluklarını hatırlamalarını salık veriyoruz.

DARPHANE-İ AMİRE’YE DÖNÜŞ

İstanbul’u ‘siyasi ve kişisel’ inatlaşmaya alet etmenin, daha doğrusu bu alet ediş hallerinin en acayiplerinden biri de geçen haftalarda yasal olarak Tarih Vakfı’nın kullanımında olan Darphane-i Amire binalarına yapılan müdahaleydi. Neyse ki, tarihi Darphane binalarının, 4. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararına rağmen mühürlenmesi üzerine başlayan hukuk mücadelesi sonucunda 5 Nisan Perşembe günü mühürler söküldü ve binalar Tarih Vakfı’na teslim edildi.

Yani, eskisi gibi Darphane’ye gittiğimiz zaman, ‘mühürden’ geri tepmeyip, vakfın etkinlikleri ile temas etme şansı bulacağız…

Bu sayı geciktik, kusura bakılmasın. Demek ki daha sürdürülebilir bir İstanbul dergisi için, finansal anlamda daha yaratıcı fikirler bulmak gerekiyor.  Daha az ‘korku’lu İstanbul’dan sevgilerle…

İstanbul Dergisi

15 Ocak 2007 Pazartesi

İstanbul Dedikleri...

Editörlerden...

“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrâkası meşhur bir kent vardır.”

İstanbul’u mekân edinen şiirsel kitaplardan biri, üstat İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası bu latif cümleyle başlar. Şehrin Konstantiniye ismi tıpkı diğer 133 ismi gibi tarih sayfasındaki yerini alıp İstanbul baki kalırken, kentimizin tarrakası, yani gümbürtüsü hiç eksilmedi. Eksileceğe de pek benzemiyor. Ancak yeni bir gümbürtü kopuyor, bu kimilerine göre on iki, kimilerine göre on beş, kimilerine göre de yirmi milyon kişinin ikamet ettiği Şehr-i Azam’da. Hem de bu gürültü şehirden değil şehrin üzerine söylenenlerden kaynaklanıyor.

Bunun ilk ayırdına varanlardan biri Radikal gazetesi yazarlarından Yıldırım Türker’di. 2005’in Ağustosunda Newsweek dergisi şehrimizi “Dünyanın en ‘cool’ şehri” ilan ettiğinde, yazar müstehzi bir şekilde bunu “hayırlara yormamız” gerektiğini söylüyordu. O zaman bu zamandır bu şehre yaftalanan “cool” sıfatı her köşe başında karşımıza çıkmaya başladı. “Bırakın şehir kaotik kalsın” şiarının havada uçuştuğu bu yeni İstanbul temsillerinin hiç de naif bir yaklaşım içermediği aşikâr. Bu yeni söylem aslında yeni bir iktidarın sözcülüğünü yapmakla kalmıyor, bizatihi bu iktidarın günlük imgelememize de yerleşmesini sağlıyor. Bu sayının dosyasında “çarpık bir kent” olmaktan “cool” bir metropole uzanan bu patikanın, İstanbul’u kültürel bir meta, bir “marka” olarak tahayyül etmenin saiklerini sorguluyoruz. Kanımızca üstümüze giydirilmeye çalışılan bu yeni giysinin en trajikomik örneğini Almanya’da açılan bir “İstanbul” sergisinin ses tasarımcılarından biri olan Cevdet Erek’in başına gelenler özetliyor. Burada anlatıp sürprizin tadını kaçırmayalım.

Sayfalarımızın daimi konuklarından Murat Belge bu sefer Asitaneli yazar Orhan Pamuk ile Pamuk’un hayatında derin izler bırakan Nişantaşı’nı konuştu. Belge ve Pamuk hasbıhal ederken, biz de İstanbul Gezi Rehberi ve  İstanbul: Hatıralar ve fiehir kitaplarından ses kayıtları dinler gibiydik. Buradan, iki yazara, Dersaadetli olmanın hakkını ziyadesiyle verdikleri için şükranlarımızı sunalım.

Şehrin liseleri ve dahi liseden muhabbetler seferinin bu sayıdaki durağı Kadıköy Anadolu Lisesi, namı bâki Kadıköy Maarif Koleji idi. Her zaman olduğu gibi lisenin resmi ve gayriresmi tarihine kısa bir yolculuktan sonra, mezunların kendi aralarında yaptıkları keyifli muhabbete kulak kabarttık. Dönemin yıllığını açıp baktığımızda da şair Nilgün Marmara’nın fotoğrafını görüp hüzünlendik. Onu 1987’de, 29 yaşında yitirmiştik. fiehr-i İstanbul’un kayıplarından bahsetmişken, karikatürist Semih Balcıoğlu’nu da unutmayalım. Ekimin son günlerinde yitirdiğimiz ustaya saygı duruşunu da dergimizde bulacaksınız. Aydan Çelik, yazısıyla ustayı anarken, çizimiyle de Sait Faik’in 100. Yaşını kutluyor.

Ne diyelim! İyi ki vardılar, varlar, var olacaklar!

Fark ettiyseniz, İstanbul dergisinin son üç sayısında vücut bulmaya başlayan içeriksel yaklaşım, yayın destek grubundaki arkadaşlarımızın da üretkenlikleriyle giderek yerli yerine oturuyor. Ancak yeni fikirlerle derginin şehrimiz Salaye’ye farklı veçhelerden, farklı üsluplarla yaklaşmasını da ihmal etmemeye çalışıyoruz. Bazı bilgiler net ve keskindir. Bir yazı konusu olmadan bile, buruklukları insana dokunur. Bu sayıda bu tür verileri Ayşe Erek’in seçtiği görsellerle fazla söze hacet bırakmadan, bir görsel iletişim mantığıyla İstanbul’un ormanlarına uygulamaya başladık. Gürcan Öztürk’ün şehri arşınlarken çektiği fotoğrafları da aynı şekilde kullandık. Bu minvalde kafa yürütmeye devam edeceğiz. Her türlü fikre, görsel malzemeye açık olduğumuzu da belirtmeden geçmeyelim.

Küresel ısınmanın gölgesinin vurmaya başladığı şehrimiz Kanturiye’de henüz kışın isine, pusuna, karına, çamuruna pek şahit olmadığımız günler yaşıyoruz. Kör ölür badem gözlü olur derler ya, meğer insan çamuru bile özlermiş. Orhan Pamuk’un layıkıyla taçlandırdığı şehrimiz Urbis Imperiosum’a özgü hüzün, değişen iklimle beraber yeni bir çehre kazanacak herhalde. Ancak kuvvetle muhtemel, siz bu sayıyı okurken bu değişiklik henüz bu derece kuvveti hissedilmeyecek, Boğazın suları 3,5 metre yükselmiş olmayacak, siz de pencerenden dışarı bakarken birkaç kar tanesi ya da gri bulutlardan fışkıran yağmur damlacıklarını hâlâ yarı hüzün, yarı zevk içeren bir ruh haliyle izleyeceksiniz. O zaman bu hüznü biraz neşe ile takviye etmek için Murat Meriç’in Nino Varon ile yaptığı söyleşiyi öneriyoruz size. Tabii henüz okumamışların, Anar’ın Konstantiniye’sini bir kitapevinden edinip, yazarın şehrinde dolaşma lüksleri de var. Editörün tarrakası bu kadar. İstimboli, Yağfurye, el Faruk, Granduye, Secunda Roma, Licus ve tabii ki İstanbul’dan sevgilerle.    

İstanbul Dergisi